“Biz geçim bolluğu içinde şımarmış nice kentleri yok ettik. İşte oturdukları yerler! onlardan sonra pek az kullanıldı. Onların varisi biz olduk.” (Kasas 58)
Kuran’da isimleri zikredilen ve öyküleri anlatılan peygamberlerin hayatından biliyoruz ki, helak edilen Ad, Semud, Sebe, Medyen, Lût vb. milletler kentliydi; Firavunların Mısır’ı gibi, belli bir medeniyet seviyesini elde etmiş, maddi-manevi zenginliğe ulaşmışlardı. Bu milletlerde refaha bağlı bir şımarıklık, nefse yahut puta tapıcılık, malı, serveti ilah edinme şeklinde bir psikoloji ve sosyoloji zuhur etmişti. Rabbimiz, surenin devam eden ayetinde bu seviyeyi elde eden milletlere olan muamelesini şöyle açıklamaktadır: “Rabbın, kendilerine ayetlerimizi okuyan bir peygamberi memleketlerin merkezine göndermedikçe, o memleketleri helak edici değildir. Zaten biz ancak halkı zalim olan memleketleri helak etmişizdir.” (Kasas 59)
Tarihin hiçbir döneminde bugünkü seviyede bir şehirleşme ve buna bağlı zenginleşme görülmüyor. Çok eskilerde değil, bundan yüz yıl kadar öncesine kadar gidildiğinde ekseri dünya milletinin toprağa bağlı bir hayat standardına sahip olduğu görülüyor. 21. asırda ise artık zenginliğin kaynağı tarım ve hayvancılık değil, sanayidir. Bilim ve teknoloji üreten ülkeler dünya pazarlarını de ellerine geçirmiş, kendi gelişmişlik düzeyini yakalayamayan ülkeleri pazar ve sömürge durumuna düşürmüştür.
Bugün gelişmiş ülkelerin yöneticileri ve halkı diğer milletlerin yöneticilerine ve halkına geri kalmış ülke gözüyle bakmakta, ellerindeki refah ve zenginlikle onları küçük görmektedirler. Avrupa Birliği ülkeleri, ABD, Rusya, Çin, Japonya, Kore vb. gelişmişlik düzeyi yüksek milletlerin yegâne gayesi daha fazla zenginleşmekten ibarettir. Eğitim sistemi, ekonomik ve politik düzenleri refah toplumu özelliğinin korunmasına göre yapılandırmıştır. Harp sanayileri ve askeri güçleri de bu yapının küresel düzeyde bekçisi rolünü üstlenmiştir. Hak-batıl, helal-haram, sevap-günah gibi imana dayalı bir bakış açısı geçerli değildir. Örneğin kilise de, kapitalizme kendini uydurmuş, Vatikan gibi, büyük dini örgütlenmeler, rantın bir parçasına dönüşmüştür.
İslam dünyası ise Hristiyan Batı’nın sömürgesidir. Türkiye, Endonezya, Nijerya, Suudi Arabistan, İran vb. bazı halkı Müslüman ülkelerde bilim ve sanayi gelişmekte, şehirler büyümekte, refah toplumu hastalıkları (zenginleşme ve buna bağlı şımarıklık) artmaktadır. Zenginlikleri artan Müslüman bireylerin önceliği zengin Hristiyanların paradigmasına benzer bir içerik kazanmıştır. Onlar da Hristiyanlar gibi sadece dünyayı istemektedir artık!
Sonuç: Günümüzün refah toplumları her türlü maddi imkana rağmen helak olan kavimler gibi, psikolojik, fiziki birçok yönden hastadır. Hastalıkların çaresi son elçi Hz. Muhammed (sav)’i dinleyip Allah’a iman ve amel-i salih işlemekten ibarettir. Fakat Kuran’ın kurtuluş reçetesi ve uyarıları duyulmuyor, duyanlar da ciddiye almıyor. Öte yandan tarihten de ibret alınmıyor!
Kuran’da isimleri zikredilen ve öyküleri anlatılan peygamberlerin hayatından biliyoruz ki, helak edilen Ad, Semud, Sebe, Medyen, Lût vb. milletler kentliydi; Firavunların Mısır’ı gibi, belli bir medeniyet seviyesini elde etmiş, maddi-manevi zenginliğe ulaşmışlardı. Bu milletlerde refaha bağlı bir şımarıklık, nefse yahut puta tapıcılık, malı, serveti ilah edinme şeklinde bir psikoloji ve sosyoloji zuhur etmişti. Rabbimiz, surenin devam eden ayetinde bu seviyeyi elde eden milletlere olan muamelesini şöyle açıklamaktadır: “Rabbın, kendilerine ayetlerimizi okuyan bir peygamberi memleketlerin merkezine göndermedikçe, o memleketleri helak edici değildir. Zaten biz ancak halkı zalim olan memleketleri helak etmişizdir.” (Kasas 59)
Tarihin hiçbir döneminde bugünkü seviyede bir şehirleşme ve buna bağlı zenginleşme görülmüyor. Çok eskilerde değil, bundan yüz yıl kadar öncesine kadar gidildiğinde ekseri dünya milletinin toprağa bağlı bir hayat standardına sahip olduğu görülüyor. 21. asırda ise artık zenginliğin kaynağı tarım ve hayvancılık değil, sanayidir. Bilim ve teknoloji üreten ülkeler dünya pazarlarını de ellerine geçirmiş, kendi gelişmişlik düzeyini yakalayamayan ülkeleri pazar ve sömürge durumuna düşürmüştür.
Bugün gelişmiş ülkelerin yöneticileri ve halkı diğer milletlerin yöneticilerine ve halkına geri kalmış ülke gözüyle bakmakta, ellerindeki refah ve zenginlikle onları küçük görmektedirler. Avrupa Birliği ülkeleri, ABD, Rusya, Çin, Japonya, Kore vb. gelişmişlik düzeyi yüksek milletlerin yegâne gayesi daha fazla zenginleşmekten ibarettir. Eğitim sistemi, ekonomik ve politik düzenleri refah toplumu özelliğinin korunmasına göre yapılandırmıştır. Harp sanayileri ve askeri güçleri de bu yapının küresel düzeyde bekçisi rolünü üstlenmiştir. Hak-batıl, helal-haram, sevap-günah gibi imana dayalı bir bakış açısı geçerli değildir. Örneğin kilise de, kapitalizme kendini uydurmuş, Vatikan gibi, büyük dini örgütlenmeler, rantın bir parçasına dönüşmüştür.
İslam dünyası ise Hristiyan Batı’nın sömürgesidir. Türkiye, Endonezya, Nijerya, Suudi Arabistan, İran vb. bazı halkı Müslüman ülkelerde bilim ve sanayi gelişmekte, şehirler büyümekte, refah toplumu hastalıkları (zenginleşme ve buna bağlı şımarıklık) artmaktadır. Zenginlikleri artan Müslüman bireylerin önceliği zengin Hristiyanların paradigmasına benzer bir içerik kazanmıştır. Onlar da Hristiyanlar gibi sadece dünyayı istemektedir artık!
Sonuç: Günümüzün refah toplumları her türlü maddi imkana rağmen helak olan kavimler gibi, psikolojik, fiziki birçok yönden hastadır. Hastalıkların çaresi son elçi Hz. Muhammed (sav)’i dinleyip Allah’a iman ve amel-i salih işlemekten ibarettir. Fakat Kuran’ın kurtuluş reçetesi ve uyarıları duyulmuyor, duyanlar da ciddiye almıyor. Öte yandan tarihten de ibret alınmıyor!