Erzurum’u anlatmak ve onu yazmak en zor işlerden biri olsa gerek. Ah o eski zamanlar ve ah o eski şehir ve ah o eski insanlar, konu, komşu ve ahbaplar diye başlar yaşlıların dilinde Erzurum ve şehre ait olan hatıralar. Bitmek, tükenmek bilmeyen ve dinleyeni ise bulunduğu âlemden alıp başka âlemlere taşıyan o tatlı konuşmalar. Belki sizlerde bu tatlı konuşmalara şahit olmuş ve şehre ait gerçek hayatın içinde yaşanmış hikâyeler dinlemeye doyamamışsınızdır. Bizlerde böyle güzel bir dedemizden şehre ait kıymetli bilgileri aldık ve bu gün bunu sizlere aktarmaya aracı olduk. O kadar güzel ve içten anlatımı vardı ki, saatlerin nasıl geçtiğini inanın anlayamadım. Bu şehrin gerçek sahipleri işte onlar. Asıl sahip çıkılması gereken yine onlar. Bir nevi kültür elçisi görevi yürüten bu değerlere sahip çıkılmalı ve şehre dair hafızalarında var olan bilgiler kayıt altına alınmalıdır. Geçen yüzyılda çok nadir yapılan çalışmaların bu yüzyılda çoğunluk haline gelmesi gereklidir. Bu yapılmaz ise kaybeden şehir ve şehrin asıl sahipleri olacaktır. Bizler elimizden geldiği kadarıyla bu değerleri yaşatmaya çalışıyoruz ve çalışmaya da devam edeceğiz. Gayret bizden takdir yüce yaratandandır.
Ekmeğin kuruşla, etin tek liralı olduğu, piyasanın ucuz, hayatlarımızın huzurlu ve kıymetli olduğu dönemler, ey gidi günler hey. Bey ile efendinin yeri ayrıydı. Zengin zenginliğini, fakir ise fakirliğini bilir, hiç kimse hakir görülmezdi. Evine bir şeyler götürmek isteyen elindekini ya gazete parçasına sarar veya çantaya koyardı. Bunlarda yoksa siyah poşet tercih edilirdi. Ne de olsa siyah poşetin içinde ne olduğu görülmezdi. Çoğu zaman da mahallede ki çoluk-çocuk ne alındığını görmesin diye eve alınanlar gece getirilirdi. Gündüz getirilmişse de konu komşuya, çoluk-çocuğa yiyeceklerden tattırılırdı. Ne de olsa göz hakkı vardı ve bu hiç unutulmaz idi. Bir de o yiyecekleri alamayanlar da düşünülür poşete konu komşu hakkı da katılırdı. Poşetle babasının geldiğini gören babasının yanına yanında mutlaka bir arkadaşıyla beraber koşar, poşetten iki-üç-dört kişilik yiyecek alınırdı. Bunun adı paylaşma ve kardeşlikti. Şehir içi ulaşım da faytonlar kullanılırdı. Hepsinin yeri ve durağı olur, oralardan müşterisini alır, şehrin muhtelif yerlerine sefer yaparlardı. Gürcü kapı, Tebriz kapı, Mahalle başı ve Taş ambarlarından faytonlar aldıkları yolcularını yaz-kış demeden sevenlerine, işlerine ulaştırırlardı. Komşuluk ilişkileri maddiyata değil maneviyata dayanırdı. Eşten tut, çoluk-çocuğa varana kadar herkes için komşuluk ilişkisi çok değerliydi. Üften püften sebeplerden dolayı konu komşunun kalbi kırılmaz, yaşlılar bilge kişi kabul edilirdi. Bayramlarda önce onların ellerini öpülür, hayır duaları alınırdı. Mahallenin yaşlısı herkesin dedesi ve ninesiydi. Aynı mahalle de oturan kız olsun erkek olsun herkes bacı kardeş gibiydi. Hiç kimse birbirine yan gözle bakmaz, kadınlar erkek gördü mü kapının veya tırhışın arkasına gizlenirdi. Konu komşudan ötürü eşler arasın da öyle bir saygı vardı ki birbirlerine karşı yüksek sesle konuşmaz, fikirlerine saygı duyarlardı. Sorunları da varsa bunu önce kendi aralarında çözerlerdi. Karı-koca kavgalarına mahalleli şahit olmazdı. Mahalle aralarında ki dar sokaklar öyle hoş öyle alımlıydı ki yemek kokuları burum burum tüterdi. Evlerde gaz ocakları, mantisler ve geceleri yanan gaz lambaları vardı. Kirlenen bedenler yanan mantiste ısınan suyla evlerde kapı arkasında bulunan kerhiste temizlenirdi. Duvara gömülü dolap şeklinde ki gusülhanelerde banyo yapılırdı. Öyle güçlü ateşliydi ki mantis, yandıkça üzerinde çamaşır yıkanır, su kaynatılırdı. Herşey milimle değil, hatta kiloyla da değil çuvalla ve tenekelerle eve girerdi. Velasıl-ı kelam evlerimize bereket yağardı.
Öyle evler vardı ki bacalarından duman yaz-kış eksilmezdi, yanardı. Dört bir tarafı tandırlarda pişen ekmeğin kokusu sarardı. Evler toprak damlı ve ahşaptı. Evlerin içerisinde kuyular açılır, patates ve şalgam gibi kış yiyecekleri saklanırdı. Soğanlar tavanda avize gibi sallanırdı. Saman arasına kesilmemiş karpuzlar yazın konulur, kış için saklanırdı. Küp küp turşular vurulur, tahtadan fıçılara civil peynirler basılırdı, kışa yeşermesi için. Ne de olsa gögermiş peynir doğal antibiyotumuzdu. Yani sizin anlayacağınız kışlık kilerimiz yazın başlarında dolar taşar, sırasını odun ve kömür almaya bırakırdı. Aldığımız kömürleri mahalleli çocuklarla beraber tenekelere koyarak taşır, birkaç teneke de konu komşuya verilirdi. Evlerimizde terekler vardı. Misden semaverler kalaylanmış tencereler, tepsiler, siniler vardı. Kadınlarımız eline şal alıp, siler ovalardı tereklerde olanları. Terekler o an yanardı, ışıl ışıl. Yün taramak için taraklar vardı. Yünü tarar teşi ile eğirir ehramlar, şal çoraplar ve iç kazaklar şişlere dizilerek ilmek ilmek örülürdü. Anlatmayla bitmez bu şehir ve insanları. Ramazanı başka bayramı başka havası bir başkaydı Erzurum’un. Nerde o eski günler nerde o heyecanlar. Aslında en önemlisi nerde o insanlar. Nerede o samimiyet, kardeşlik, dostluk, beraberlik, paylaşım, ve içtenlik..
Ekmeğin kuruşla, etin tek liralı olduğu, piyasanın ucuz, hayatlarımızın huzurlu ve kıymetli olduğu dönemler, ey gidi günler hey. Bey ile efendinin yeri ayrıydı. Zengin zenginliğini, fakir ise fakirliğini bilir, hiç kimse hakir görülmezdi. Evine bir şeyler götürmek isteyen elindekini ya gazete parçasına sarar veya çantaya koyardı. Bunlarda yoksa siyah poşet tercih edilirdi. Ne de olsa siyah poşetin içinde ne olduğu görülmezdi. Çoğu zaman da mahallede ki çoluk-çocuk ne alındığını görmesin diye eve alınanlar gece getirilirdi. Gündüz getirilmişse de konu komşuya, çoluk-çocuğa yiyeceklerden tattırılırdı. Ne de olsa göz hakkı vardı ve bu hiç unutulmaz idi. Bir de o yiyecekleri alamayanlar da düşünülür poşete konu komşu hakkı da katılırdı. Poşetle babasının geldiğini gören babasının yanına yanında mutlaka bir arkadaşıyla beraber koşar, poşetten iki-üç-dört kişilik yiyecek alınırdı. Bunun adı paylaşma ve kardeşlikti. Şehir içi ulaşım da faytonlar kullanılırdı. Hepsinin yeri ve durağı olur, oralardan müşterisini alır, şehrin muhtelif yerlerine sefer yaparlardı. Gürcü kapı, Tebriz kapı, Mahalle başı ve Taş ambarlarından faytonlar aldıkları yolcularını yaz-kış demeden sevenlerine, işlerine ulaştırırlardı. Komşuluk ilişkileri maddiyata değil maneviyata dayanırdı. Eşten tut, çoluk-çocuğa varana kadar herkes için komşuluk ilişkisi çok değerliydi. Üften püften sebeplerden dolayı konu komşunun kalbi kırılmaz, yaşlılar bilge kişi kabul edilirdi. Bayramlarda önce onların ellerini öpülür, hayır duaları alınırdı. Mahallenin yaşlısı herkesin dedesi ve ninesiydi. Aynı mahalle de oturan kız olsun erkek olsun herkes bacı kardeş gibiydi. Hiç kimse birbirine yan gözle bakmaz, kadınlar erkek gördü mü kapının veya tırhışın arkasına gizlenirdi. Konu komşudan ötürü eşler arasın da öyle bir saygı vardı ki birbirlerine karşı yüksek sesle konuşmaz, fikirlerine saygı duyarlardı. Sorunları da varsa bunu önce kendi aralarında çözerlerdi. Karı-koca kavgalarına mahalleli şahit olmazdı. Mahalle aralarında ki dar sokaklar öyle hoş öyle alımlıydı ki yemek kokuları burum burum tüterdi. Evlerde gaz ocakları, mantisler ve geceleri yanan gaz lambaları vardı. Kirlenen bedenler yanan mantiste ısınan suyla evlerde kapı arkasında bulunan kerhiste temizlenirdi. Duvara gömülü dolap şeklinde ki gusülhanelerde banyo yapılırdı. Öyle güçlü ateşliydi ki mantis, yandıkça üzerinde çamaşır yıkanır, su kaynatılırdı. Herşey milimle değil, hatta kiloyla da değil çuvalla ve tenekelerle eve girerdi. Velasıl-ı kelam evlerimize bereket yağardı.
Öyle evler vardı ki bacalarından duman yaz-kış eksilmezdi, yanardı. Dört bir tarafı tandırlarda pişen ekmeğin kokusu sarardı. Evler toprak damlı ve ahşaptı. Evlerin içerisinde kuyular açılır, patates ve şalgam gibi kış yiyecekleri saklanırdı. Soğanlar tavanda avize gibi sallanırdı. Saman arasına kesilmemiş karpuzlar yazın konulur, kış için saklanırdı. Küp küp turşular vurulur, tahtadan fıçılara civil peynirler basılırdı, kışa yeşermesi için. Ne de olsa gögermiş peynir doğal antibiyotumuzdu. Yani sizin anlayacağınız kışlık kilerimiz yazın başlarında dolar taşar, sırasını odun ve kömür almaya bırakırdı. Aldığımız kömürleri mahalleli çocuklarla beraber tenekelere koyarak taşır, birkaç teneke de konu komşuya verilirdi. Evlerimizde terekler vardı. Misden semaverler kalaylanmış tencereler, tepsiler, siniler vardı. Kadınlarımız eline şal alıp, siler ovalardı tereklerde olanları. Terekler o an yanardı, ışıl ışıl. Yün taramak için taraklar vardı. Yünü tarar teşi ile eğirir ehramlar, şal çoraplar ve iç kazaklar şişlere dizilerek ilmek ilmek örülürdü. Anlatmayla bitmez bu şehir ve insanları. Ramazanı başka bayramı başka havası bir başkaydı Erzurum’un. Nerde o eski günler nerde o heyecanlar. Aslında en önemlisi nerde o insanlar. Nerede o samimiyet, kardeşlik, dostluk, beraberlik, paylaşım, ve içtenlik..