Prof. Dr. Metin Akgün
Dumlu Baba, Kargapazarı sıradağlarının bir uzantısı olan Dumlu Dağında (3000 metre) yer alıyor. Gerek Hristiyanlık inancında, gerek İslam dini kaynaklarında Cennet nehirleri olarak nitelenen dört nehirden biri olan Fırat nehrinin Karasu kolunun doğduğu yer. İlk kez otuz yıl önce gitmiştim Dumlu Baba’ya. Su, beş metrekarelik bir kaynaktan çok yüksek bir debiyle çıkıyordu. Çıkış yeri net olarak gözükmediğinden olsa gerek, gök yüzünden (cennetten) döküldüğüne inananların sayısı az değildi. Çevredeki köylerde su kaynağının yer aldığı havuzun etrafını yedi kere dolaşanın cennete gideceği şeklinde bir inanış vardı. Cennete gitme kısmı bir yana, su o kadar soğuktu ki, bir kere bile etrafında dolaşabilmek neredeyse imkansızdı. Suyun cazibesi, belediye başkan adaylarının -hatta bazı rektör adaylarının bile- Dumlu Baba suyunun içme suyu olarak şehire (ya da kampüse) getirilmesi şeklinde projeler üretmelerine neden olmuştu.
Dumlu Babanın adının, dokuzuncu yüzyılda buraya Maveraünnehir bölgesinden gelip yerleşen Dumlu adlı bir veliden geldiği söylenir. Evliya Çelebi Seyahatnamesinde bu bölgeden “Dokuz saatte Dumlu Sultan menziline vardık,” şeklinde bahseder. İbni Batuta Seyahatnamesinde ise bu zat Ahi Duman ismiyle anılır: “Erzurum’da Ahi Dumanın zaviyesine inmiştik. Bu zat ileri bir yaşta olup, yüz otuz yaşını aştığı söylendiği halde hala bir değneğin yardımıyla yürüyebilmekte hafızası bütün canlılığı ile durmakta, beş vakit namazını kılmakta idi.” Yaylada yer alan dört eski mezardan birinin Dumlu Babaya ait olduğuna inanılmaktaydı. Yöredeki halk ise bu bölgeye mezarlardan dolayı Dumlu Baba demekte ve hürmet göstermekteydi.
Dumlu Babaya ilk çıktığımda yaylaya gelen göçerlerden birinin çadırına misafir olmuş, taze koyun yoğurdunun eşsiz lezzetini tatmıştık. İkinci çıkışımızda ise babamın suya soğuması için koyduğu karpuzun, soğuktan çatladığını hatırlıyorum. Aradan geçen o kadar yıldan sonra hatıralarımızda yer eden Dumlu Babaya çıkmaya karar verdik. İlk gittiğimizde Erzurum ovası yönündeki Kırmızıtaş ve Akdağ köylerinden üç-dört saatlik bir yürüyüş sonrası ulaşmıştık. Şimdi arabayla gitme niyetindeydik. Kısa bir araştırma sonrası, en uygun yolun Güngörmez köyü üzerinden olduğuna karar verip yola çıktık. Diğer alternatif rotalar ya uzak (Kazandere köyü, Tortum) ya da yolu kötü (Akdağ köyü) diye elendi.
Güngörmez köyüne kadar asfalt ve düz olan yol, köyü geçtikten sonra kötüleşmeye başladı. Normal binek araçla çıkmaya çok uygun değildi ama bir kere yola çıkmıştık. Birkaç keskin virajdan sonra, zirveye çıktık. Yol zirvede, plato boyunca, bir süre daha devam ediyordu. Bu kısmı yolda ortaya çıkan taşlar nedeniyle çıkışa göre daha berbattı. Arabanın altı almasın diye daha yavaş gitmek zorunda kaldık. Bir yerde çimenlikten geçmeye çalışırken araçlardan biri bataklığa saplandı. Çekme halatıyla -diğer aracın yardımıyla- aracı battığı yerden çıkarıp ana kaynağın olduğu yere sonunda ulaştık.
Yok olan havuz (değer)…
Bizi çok kötü bir sürpriz bekliyordu. Şoke olduk ! Hayalimizde kalan o havuzdan eser yoktu. Havuz kapatılmış. Suyun büyük kısmı bir su şişeleme tesisi tarafından dağın eteklerine boru ile indiriliyormuş. Sadece bir borudan çok az miktarda su akmaktaydı. Suyun hemen yanı başındaki tarihi mezarlık ise daha beter görünümdeydi. Tüm mezarlar define arayanlar tarafından açılmış, mezar taşları devrilmiş, kırılmış, dökülmüş. Resmen talan edilmişti. Hem suyun kaynağı hem de mezarlık içler acısı durumdaydı.
Yaylada yine göçerler vardı. Dönüşte aracımızın altını taşa çarpınca gecenin ilerleyen saatlerine kadar orada mahsur kaldık. Telefonlar çekmiyordu. Araçlardan birini telefonların çektiği bir yere kadar gidip çekici çağırması için gönderdik. Ne onlardan ne de çekiciden haber alamıyorduk. Mecburi bekleyiş sürecinde bir göçer bizi çadırına davet etti. Yıllar önce tattığım o leziz yoğurtla yeniden karşılaşmış olmanın mutluluğu tüm stresimizi ortadan kaldırmıştı.
Göçerler, ağırlıklı olarak Elazığ ve Diyarbakır’ın Çermik bölgesinden geliyorlarmış. Bizim misafir olduğumuz çadır Diyarbakırlı birine aitti. Sacda pişirilen ekmek ile taze yağlı peynirden yaptığımız dürüm, yudumladığımız kaçak çay, yayla havası, uzun süredir şehirlerde hasret kaldığımız yıldızlı gök yüzü görüntüsü hepsi ayrı ayrı doyumsuz keyiflerdi. Göçerlerin bir sürü sorunu vardı ama onlar da suyun kaynağının kapatılmasından yana dertliydi. Yaylada kalmak için kira vermelerine rağmen, yolların bakımsız olmasına, kimsenin ilgilenmemesine anlam veremiyorlardı (Cerattepe, Karadeniz yaylaları ve zeytinlikler için verilen mücadeleleri hatırlayınca memleketimizin ne kadar duyarsız olduğunu görmek ayrı bir üzüntü kaynağı). Elektrik problemini güneş panelleriyle çözmüşler. Telefonları çadırlarda çekmiyor ama Tortum tarafına doğru gidince çeken bir nokta bulmuşlar, memleketle görüşmek için hep o noktaya gidiyorlarmış.
Bizi de iletişim kurmak için o tepeye araçlarıyla götürdüler. Bir mezarlık kenarında durduk. Bu mezarların birinci dünya savaşı sırasında Ruslara karşı mücadele eden askerlerimize ait olduğu düşünülüyormuş. Ama yine vefasızlık örneği olarak ne bir anıt, ne bir tabela, ne de isim yazılı bir mezar taşı var. Çekicinin yaklaşmakta olduğunu öğrendik. Tekrar aracımızın yanına döndük. Gece yarısından sonra asfalta ulaşabildik. Zorlu iniş sürecinden sonra çekicinin şoförü, “yolu bilmediğim için geldim, bundan sonra asla gelmem” diyerek son noktayı koydu.
Biraz gergin ve stresli saatler yaşasak da, yeni kurulan dostluklar, yayla hayatına dokunuşlar ve unutulmaz yeni hatıralarla ayrılmıştık. Bizi tek üzen, rant uğruna dünyanın en önemli nehrinin kaynağının hunharca yok edilişine, mezarlara saldıracak kadar gözü dönmüşlüğe, ilgisizlik ve bakımsızlıktan dolayı bir değerin yok oluşuna tanıklık etmiş olmaktı.
Dumlu Baba, Kargapazarı sıradağlarının bir uzantısı olan Dumlu Dağında (3000 metre) yer alıyor. Gerek Hristiyanlık inancında, gerek İslam dini kaynaklarında Cennet nehirleri olarak nitelenen dört nehirden biri olan Fırat nehrinin Karasu kolunun doğduğu yer. İlk kez otuz yıl önce gitmiştim Dumlu Baba’ya. Su, beş metrekarelik bir kaynaktan çok yüksek bir debiyle çıkıyordu. Çıkış yeri net olarak gözükmediğinden olsa gerek, gök yüzünden (cennetten) döküldüğüne inananların sayısı az değildi. Çevredeki köylerde su kaynağının yer aldığı havuzun etrafını yedi kere dolaşanın cennete gideceği şeklinde bir inanış vardı. Cennete gitme kısmı bir yana, su o kadar soğuktu ki, bir kere bile etrafında dolaşabilmek neredeyse imkansızdı. Suyun cazibesi, belediye başkan adaylarının -hatta bazı rektör adaylarının bile- Dumlu Baba suyunun içme suyu olarak şehire (ya da kampüse) getirilmesi şeklinde projeler üretmelerine neden olmuştu.
Dumlu Babanın adının, dokuzuncu yüzyılda buraya Maveraünnehir bölgesinden gelip yerleşen Dumlu adlı bir veliden geldiği söylenir. Evliya Çelebi Seyahatnamesinde bu bölgeden “Dokuz saatte Dumlu Sultan menziline vardık,” şeklinde bahseder. İbni Batuta Seyahatnamesinde ise bu zat Ahi Duman ismiyle anılır: “Erzurum’da Ahi Dumanın zaviyesine inmiştik. Bu zat ileri bir yaşta olup, yüz otuz yaşını aştığı söylendiği halde hala bir değneğin yardımıyla yürüyebilmekte hafızası bütün canlılığı ile durmakta, beş vakit namazını kılmakta idi.” Yaylada yer alan dört eski mezardan birinin Dumlu Babaya ait olduğuna inanılmaktaydı. Yöredeki halk ise bu bölgeye mezarlardan dolayı Dumlu Baba demekte ve hürmet göstermekteydi.
Dumlu Babaya ilk çıktığımda yaylaya gelen göçerlerden birinin çadırına misafir olmuş, taze koyun yoğurdunun eşsiz lezzetini tatmıştık. İkinci çıkışımızda ise babamın suya soğuması için koyduğu karpuzun, soğuktan çatladığını hatırlıyorum. Aradan geçen o kadar yıldan sonra hatıralarımızda yer eden Dumlu Babaya çıkmaya karar verdik. İlk gittiğimizde Erzurum ovası yönündeki Kırmızıtaş ve Akdağ köylerinden üç-dört saatlik bir yürüyüş sonrası ulaşmıştık. Şimdi arabayla gitme niyetindeydik. Kısa bir araştırma sonrası, en uygun yolun Güngörmez köyü üzerinden olduğuna karar verip yola çıktık. Diğer alternatif rotalar ya uzak (Kazandere köyü, Tortum) ya da yolu kötü (Akdağ köyü) diye elendi.
Güngörmez köyüne kadar asfalt ve düz olan yol, köyü geçtikten sonra kötüleşmeye başladı. Normal binek araçla çıkmaya çok uygun değildi ama bir kere yola çıkmıştık. Birkaç keskin virajdan sonra, zirveye çıktık. Yol zirvede, plato boyunca, bir süre daha devam ediyordu. Bu kısmı yolda ortaya çıkan taşlar nedeniyle çıkışa göre daha berbattı. Arabanın altı almasın diye daha yavaş gitmek zorunda kaldık. Bir yerde çimenlikten geçmeye çalışırken araçlardan biri bataklığa saplandı. Çekme halatıyla -diğer aracın yardımıyla- aracı battığı yerden çıkarıp ana kaynağın olduğu yere sonunda ulaştık.
Yok olan havuz (değer)…
Bizi çok kötü bir sürpriz bekliyordu. Şoke olduk ! Hayalimizde kalan o havuzdan eser yoktu. Havuz kapatılmış. Suyun büyük kısmı bir su şişeleme tesisi tarafından dağın eteklerine boru ile indiriliyormuş. Sadece bir borudan çok az miktarda su akmaktaydı. Suyun hemen yanı başındaki tarihi mezarlık ise daha beter görünümdeydi. Tüm mezarlar define arayanlar tarafından açılmış, mezar taşları devrilmiş, kırılmış, dökülmüş. Resmen talan edilmişti. Hem suyun kaynağı hem de mezarlık içler acısı durumdaydı.
Yaylada yine göçerler vardı. Dönüşte aracımızın altını taşa çarpınca gecenin ilerleyen saatlerine kadar orada mahsur kaldık. Telefonlar çekmiyordu. Araçlardan birini telefonların çektiği bir yere kadar gidip çekici çağırması için gönderdik. Ne onlardan ne de çekiciden haber alamıyorduk. Mecburi bekleyiş sürecinde bir göçer bizi çadırına davet etti. Yıllar önce tattığım o leziz yoğurtla yeniden karşılaşmış olmanın mutluluğu tüm stresimizi ortadan kaldırmıştı.
Göçerler, ağırlıklı olarak Elazığ ve Diyarbakır’ın Çermik bölgesinden geliyorlarmış. Bizim misafir olduğumuz çadır Diyarbakırlı birine aitti. Sacda pişirilen ekmek ile taze yağlı peynirden yaptığımız dürüm, yudumladığımız kaçak çay, yayla havası, uzun süredir şehirlerde hasret kaldığımız yıldızlı gök yüzü görüntüsü hepsi ayrı ayrı doyumsuz keyiflerdi. Göçerlerin bir sürü sorunu vardı ama onlar da suyun kaynağının kapatılmasından yana dertliydi. Yaylada kalmak için kira vermelerine rağmen, yolların bakımsız olmasına, kimsenin ilgilenmemesine anlam veremiyorlardı (Cerattepe, Karadeniz yaylaları ve zeytinlikler için verilen mücadeleleri hatırlayınca memleketimizin ne kadar duyarsız olduğunu görmek ayrı bir üzüntü kaynağı). Elektrik problemini güneş panelleriyle çözmüşler. Telefonları çadırlarda çekmiyor ama Tortum tarafına doğru gidince çeken bir nokta bulmuşlar, memleketle görüşmek için hep o noktaya gidiyorlarmış.
Bizi de iletişim kurmak için o tepeye araçlarıyla götürdüler. Bir mezarlık kenarında durduk. Bu mezarların birinci dünya savaşı sırasında Ruslara karşı mücadele eden askerlerimize ait olduğu düşünülüyormuş. Ama yine vefasızlık örneği olarak ne bir anıt, ne bir tabela, ne de isim yazılı bir mezar taşı var. Çekicinin yaklaşmakta olduğunu öğrendik. Tekrar aracımızın yanına döndük. Gece yarısından sonra asfalta ulaşabildik. Zorlu iniş sürecinden sonra çekicinin şoförü, “yolu bilmediğim için geldim, bundan sonra asla gelmem” diyerek son noktayı koydu.
Biraz gergin ve stresli saatler yaşasak da, yeni kurulan dostluklar, yayla hayatına dokunuşlar ve unutulmaz yeni hatıralarla ayrılmıştık. Bizi tek üzen, rant uğruna dünyanın en önemli nehrinin kaynağının hunharca yok edilişine, mezarlara saldıracak kadar gözü dönmüşlüğe, ilgisizlik ve bakımsızlıktan dolayı bir değerin yok oluşuna tanıklık etmiş olmaktı.