Tarih boyunca birçok kez istilaya uğramış olan Erzurum derin acılar yaşamış bir şehirdir. Çok şükür ki 12 Mart 1918 tarihinden itibaren bu süreç sonsuza kadar sona ermiştir. Şehrin yaşadığı en tarifi mümkün olmayan zülüm ve işkence dönemi ise Rusların Birinci Dünya Savaşından ihtilal sonucu çekilmesiyle birlikte Ermeniler tarafından uygulanan dönem olmuştur. İşte bu zulümlerden biri de dünkü yazımızda da kaleme aldığımız Yanıkdere zulmüdür. Adına kitaplarında yazıldığı bu zulmü yaşayanları bugün artık hayatta bulmak mümkün değildir. En azından onların evlatları ve torunlarına ulaşılarak tarihe not düşülmesi bir insani görevdir. Bizlerde yıllar önce bu tarz araştırma yapmış idik. İşte bu gün ki yazımızda da bu araştırmamızdan elde ettiğimiz izlenimlerin ikinci bölümünü sizlerle paylaşmaya devam ediyoruz. O cami avlusunda oturan Necmettin Amca sözlerine şöyle devam etmişti:
-“Oğul şu karşıdaki dağın eteği ile derenin içinde nereyi eşerseniz eşin hep karşınıza ecdadın kemikleri çıkar. Seferberlik zamanında şehirden topladıkları hemşerilerimizi yalan ve dolanlarla üç beş Ermeni dığası buralara getirmiş ve hunharca katletmiştir. Önce o masumların üzerine gazyağını döker, daha sonra ise ateşe verirlermiş. Cayır cayır yanan insanların feryatlarını duymak bu canilere zevk verirmiş. Bu öyle bir vahşet öyle bir kıyım ki gören gözler dona kalırmış. Rahmetli babam bu vahşeti her anlattığında sanki o günleri yeniden yaşar, dakikalarca konuşmazdı. Babamın anlattığına göre kıyım o kadar fazla olmuş ki günlerce derenin rengi değişmiştir. Anam yüzüne is sürermiş ki Ermeniler onu güzel görüp götürmesinler. Evlerden dışarıya çıkılmazmış. Bu yüzden evler arasında delikler açılarak oradan birbirlerine gidip gelirlermiş. Aha oğul ispat mı istersin eskiden Kavak Mahallesinde bu tarz evlere rastlamak mümkündü, şimdi ise bunların hiçbiri kalmadı. Tarihimize tanıklık edecek eserlere kıydık hem de hiç ama hiç acımadan. Konuşmamız uzuyor ezan vakti hayli yaklaşıyordu. Sanki mahalle halkı dertlerini ve bildiklerini anlatmak için birileri bekliyormuş ta bizler onların bu isteklerine derman olmuş idik.
Necmettin Amca sözünü bitirir bitirmez yanı başımızda oturan kır saçlı bir dedem daha muhabbete katılıyor ve bildiklerini bizlerle paylaşmaya başlıyordu.
-“Oğul daha dün caminin tuvaletleri yapılmaya başladığında, ilk kazma vurulmasıyla birlikte vahşete tanıklık eden kemiklerde ortaya çıkmıştı. Her kazma bir zulmün belgesini ortaya koyuyor, hepimizin yüreği bir kez daha sızlıyordu. Birde utanmadan, sıkılmadan zulme uğradık diye dünyayı da kendi yalanlarına alet ediyorlar ya bu Ermeniler, insan buna ne cevap vereceğini inan kestiremiyor. Şehitlik anıtı yapılırken üniformasıyla defnedilmiş bir askerimizin bedeniyle karşılaştık. O günü daha dün gibi hatırlarım. Silahıyla beraberdi. Silahını almak istedik, vermedi. Korktuk, irkildik, gururlandık, anlamaya ve anlatmaya çalıştık. Şehidimizi o haliyle aldık ve farklı bir mezarlığa defin ettik. Oğul, bu vatan ve din uğrunda toprağın kara bağrına düşenler yalın ayaktı, hastaydı, yalnızdı ve o günün öz vatanlarında garibandı. Ya bizler bu gün karnımız tok, keyifler yerinde. Saçları da sakalı gibi kırlaşan dedemin anlattıklarını avluda oturan herkes dikkatlice dinliyordu. Aslında bu anlatılanlar yeni değildi. İlk defa da duyulmamıştı. Anadolu’nun her yerinde benzer olaylar yaşanmış ve bu olaylara tanık olanlar veya bu tanıkların anlattıklarını dinleyenler çokça idi. Onları mücadelesi yokluk içinde var olma savaşı olmuştu. Ezan okunmuş kısa fakat verimli bir sohbet olmuştu. Kısa muhabbetimize bir devrin acısı ve hüznü sığmıştı. Şehitlerimiz ve gazilerimiz için Fatihalar okunmuş ve herkes bir anda avludan dağılmıştı. Kimimiz camiye namaza, kimimiz avludan sokağa, kimimiz ise kendi ruh dünyamıza çekilmiştik. Şunu unutmayalım ki bu coğrafya bize atalarımızın emanetidir. Emanete sadece söz ile sahip çıkılmaz. Ona sımsıkı sarılmalı ve verilen mücadeleyi önce anlamalı sonrada anlatmalıyız. İlk görev eli kalem tutan, etkili ve yetkili olanlarındır. Yoksa yarın içimizden dahi uydurulan yalanlara inanacak çok kişiler çıkacaktır.
-“Oğul şu karşıdaki dağın eteği ile derenin içinde nereyi eşerseniz eşin hep karşınıza ecdadın kemikleri çıkar. Seferberlik zamanında şehirden topladıkları hemşerilerimizi yalan ve dolanlarla üç beş Ermeni dığası buralara getirmiş ve hunharca katletmiştir. Önce o masumların üzerine gazyağını döker, daha sonra ise ateşe verirlermiş. Cayır cayır yanan insanların feryatlarını duymak bu canilere zevk verirmiş. Bu öyle bir vahşet öyle bir kıyım ki gören gözler dona kalırmış. Rahmetli babam bu vahşeti her anlattığında sanki o günleri yeniden yaşar, dakikalarca konuşmazdı. Babamın anlattığına göre kıyım o kadar fazla olmuş ki günlerce derenin rengi değişmiştir. Anam yüzüne is sürermiş ki Ermeniler onu güzel görüp götürmesinler. Evlerden dışarıya çıkılmazmış. Bu yüzden evler arasında delikler açılarak oradan birbirlerine gidip gelirlermiş. Aha oğul ispat mı istersin eskiden Kavak Mahallesinde bu tarz evlere rastlamak mümkündü, şimdi ise bunların hiçbiri kalmadı. Tarihimize tanıklık edecek eserlere kıydık hem de hiç ama hiç acımadan. Konuşmamız uzuyor ezan vakti hayli yaklaşıyordu. Sanki mahalle halkı dertlerini ve bildiklerini anlatmak için birileri bekliyormuş ta bizler onların bu isteklerine derman olmuş idik.
Necmettin Amca sözünü bitirir bitirmez yanı başımızda oturan kır saçlı bir dedem daha muhabbete katılıyor ve bildiklerini bizlerle paylaşmaya başlıyordu.
-“Oğul daha dün caminin tuvaletleri yapılmaya başladığında, ilk kazma vurulmasıyla birlikte vahşete tanıklık eden kemiklerde ortaya çıkmıştı. Her kazma bir zulmün belgesini ortaya koyuyor, hepimizin yüreği bir kez daha sızlıyordu. Birde utanmadan, sıkılmadan zulme uğradık diye dünyayı da kendi yalanlarına alet ediyorlar ya bu Ermeniler, insan buna ne cevap vereceğini inan kestiremiyor. Şehitlik anıtı yapılırken üniformasıyla defnedilmiş bir askerimizin bedeniyle karşılaştık. O günü daha dün gibi hatırlarım. Silahıyla beraberdi. Silahını almak istedik, vermedi. Korktuk, irkildik, gururlandık, anlamaya ve anlatmaya çalıştık. Şehidimizi o haliyle aldık ve farklı bir mezarlığa defin ettik. Oğul, bu vatan ve din uğrunda toprağın kara bağrına düşenler yalın ayaktı, hastaydı, yalnızdı ve o günün öz vatanlarında garibandı. Ya bizler bu gün karnımız tok, keyifler yerinde. Saçları da sakalı gibi kırlaşan dedemin anlattıklarını avluda oturan herkes dikkatlice dinliyordu. Aslında bu anlatılanlar yeni değildi. İlk defa da duyulmamıştı. Anadolu’nun her yerinde benzer olaylar yaşanmış ve bu olaylara tanık olanlar veya bu tanıkların anlattıklarını dinleyenler çokça idi. Onları mücadelesi yokluk içinde var olma savaşı olmuştu. Ezan okunmuş kısa fakat verimli bir sohbet olmuştu. Kısa muhabbetimize bir devrin acısı ve hüznü sığmıştı. Şehitlerimiz ve gazilerimiz için Fatihalar okunmuş ve herkes bir anda avludan dağılmıştı. Kimimiz camiye namaza, kimimiz avludan sokağa, kimimiz ise kendi ruh dünyamıza çekilmiştik. Şunu unutmayalım ki bu coğrafya bize atalarımızın emanetidir. Emanete sadece söz ile sahip çıkılmaz. Ona sımsıkı sarılmalı ve verilen mücadeleyi önce anlamalı sonrada anlatmalıyız. İlk görev eli kalem tutan, etkili ve yetkili olanlarındır. Yoksa yarın içimizden dahi uydurulan yalanlara inanacak çok kişiler çıkacaktır.