Osmanlı’nın yıkılmasını önlemek için onlarca layiha (rapor) yazılmıştı. Bu layihalar çöküş dönemindeki Osmanlı’nın “nasıl kurtulacağına” dair verilecek cevapları içermekteydi. Bu amaçla yazılan layihalar herkesi Osmanlı’nın “nasıl kurtulması” noktasında birleştirme özelliğine sahipti. Layihalarda bazen sorun olarak azınlıklar görülmekte, onlara çeki düzen verilmesi önerilmekteydi.
Osmanlı, “nasıl kurtuluruz” sorusuna cevap aramak için çok ciddi çaba sarf etmiş, çağdaş dünyanın gelmiş olduğu noktayı yakalamak için birçok teşebbüste bulunmuştur.
Cumhuriyet kurulduktan sonra Türk aydınının miras olarak Osmanlı’dan devralmış olduğu “nasıl kurtuluruz” sorusu yerini “Cumhuriyeti nasıl koruruz, nasıl muhafaza” ederiz sorusuna bırakmıştı.
“Nasıl kurtuluruz” sorusunun devleti ve rejimi “nasıl koruruz” sorusuna dönüşmesi ile soruların muhatap kesimi de değişmiş, Türk aydınının zihin dünyası bir anda kendi ülkesinin insanına, kendi vatandaşına yönelmiştir. Osmanlı’daki düşmanı dışarda arama, azınlıklarda arama düşüncesi çok dar bir alana indirgenerek tüm dikkatler kendi vatandaşı üzerine yoğunlaşmıştı. Çünkü yeniliklere ayak uydurmayan hatta direnen bu gruba bir an önce hâl çaresi bulunması gerekliydi.
Cumhuriyetle birlikte, Cumhuriyeti korumak, kollamak vazifesi belirli kurumlara, belirli partilere, belirli sivil örgütlere verilmişti. Türkiye toprakları içinde rejim düşmanlarının bulunup imha edilmesi için herkes kendi payına düşeni yerine getirmeye çalışmış, bazı durumlarda cadı avına dönüşen ve amacını aşan uygulamalara başlanmıştı.
O günün şartlarında belirli gruplara karşı bazı hassasiyetlerin oluşması normal bir durumdur. Fakat uygulayıcıların Cumhuriyeti sahiplenerek kendi vatandaşından kendi cumhuriyetini koruma adına savaş vermeleri ister istemez Türk toplumunun iki kutuplu bir hâl almasına zemin hazırlamıştır.
Kabile kelimesinin karşı taraf anlamı vardır. İnsanlar kabile üzerinden savaş verdiklerinde çoğu zaman da ilkel bir yapıya dönüşmüşlerdir. Üzerine vazife çıkaran bazı kesimler, toplumun diğer kesimini karşı kabile gibi görmüş, insanları, cumhuriyetin onlardan kurtulması gereken mahlûklar şeklinde algılamış ve cumhuriyeti sahiplenerek o kişileri devletin tüm kamusal alanında uzak tutma gayretini gütmüş, bir nevi kabilecilik anlayışı tarzında bir işlem uygulamıştır.
Bu durum toplumda cumhuriyete karşı mesafeli durulması gerektiği fikrini doğurmuştur. Burada insanların mesafeli durdukları durum, cumhuriyetin kendisi değil, o cumhuriyeti savunmayı kendisine vazife çıkaranlara karşı duyulmuş olan bir tepki olmuştur.
Böylece bizim toplumumuz iki kutuplu bir yapıya hızlı bir şekilde dönüştü. Herkes kabilesini genişletme yolunu seçti, karşı taraf fikri hızlı bir şekilde yerleşti. Ortak bir düşman arama yerine hazır düşmanla uğraşma fikri gelişti. Cumhuriyeti, Cumhuriyet düşmanlarından korumak için on yılda bir yapılan darbeler ve sonrası yapılan uygulamalar milletin hafızasında derin yaralar oluşturdu.
Biz millet olmaktan çok geniş kitleleri olan zihinsel kabilelere dönüştük. Ülkemizin çıkarını değil, kendi tarafımızın, kabilemizin çıkarını düşündük, ülkeyi kabilemiz arasında paylaşılması gereken bir alan olarak görmeye başladık.
Bu şartlar, aynı zamanda kültürel bir kopuşu körükledi. Samuel Huntington, Medeniyetler Çatışması adlı eserinde bazı ülkelerin vasat seviyede kültürel bir tecanüse sahip olduklarını fakat hangi medeniyete sahip oldukları noktasında bölündüklerini belirterek bu bölünmenin en aşikâr prototip örneğini Türkiye’nin teşkil ettiğini söylemektedir. Yazar dünyada birçok milletin bu bölünük zihniyeti yaşadığını, fakat Türkiye’nin bu ayrışımının çok derin olduğunu beyan etmektedir.
Bir tane Türkiye var ve hepimiz bu ülkeyi çok seviyor ve bu ülkenin gelecek binlerce yüzyıl ayakta kalmasını, sanayide, ticarette, eğitimde, teknolojide en üst seviyede olmasını hayal ediyoruz. Fakat geçmişten miras aldığımız bu zihnen bölünme belasından bir türlü kurtulamadığımız için yarınımızı inşa etme adına hayal kuramıyor, önümüzü göremiyoruz. Bu durum da bizim en büyük sorunumuz olmaktadır. Bunda en önemli sorun siyasetçilerimiz olmakta, siyasiler kendi ikballerini inşa etmek için bu bölünmeyi kullanmaya çalışmaktadırlar. Bu durum onların şu anda işine gelmiş olmasına rağmen geleceğimiz için kötü bir miras olmaktadır. Siyasilerin de bu kutuplaşma üzerinden siyaset yapmayı bırakmaları gerekmektedir.
Sayın Hocam,ülkenin bu kadar ayrışması, kamplaştırılıp, kutuplaştırılması, ötekileştirilmesi neticesinde, siyaset kullanılarak, bilinçli bir şekilde yapıldı. Dinin siyasete alet edilip siyasi bir din oluşturulması bunda en önemli etkenlerden biri oldu. Siyaseti o kadar etkili kullandılar ki siyaseti damarlarımıza kadar işlettiler. Bunun son örneğini, milli maçtan sonra , siyasi, ideolojik bir sembolün, milli değerlerin önüne geçmesiyle görüldü. Selamlar.