Ağaca, tarihi esere, hayvana, doğadaki bin bir türlü canlıya...
Ve dahi insana; sabi sübyana, çocuklara...
Merhametsizliğin bir sınırı, bir limiti, bir haya çizgisi var mı?..
Ne dersiniz?
Bartolome de Las Casas’ın kitabıyla ilk defa gün yüzüne çıkardığı 70 milyon Kızılderili’nin Amerika’da katledilişini mi sayalım; 18’inci yüzyılın sonlarından itibaren Avustralya’da yaşanan korkunç Aborijin katliamını mı sayalım; sonra bir başka kitabın, Anne Frank’ın Hatıra Defteri’nin mitleştirdiği Avrupa’daki Yahudi katliamını mı, Auschwitz’i mi sayalım; 90 yıl önce Avrupa’nın göbeğinde soykırıma uğramış o mağdur soyun güya Hamas’a kızıp 7 Ekim’den bu yana binlerce çocuğu, kadını, sivil ve masum insanı Filistin’de, Gazze’de hem de hastaneleri ve okulları bombalayarak katletmiş olmasını mı hatırlayalım; daha önce Avrupa’nın burnunun dibinde insanın insana ettiklerini, Saray-Bosna’daki Srebrenitsa katliamını mı sayalım; dünyanın diğer tarafındaki Vietnam’ı mı, Afganistan’ı mı, Irak’ı mı, Suriye’yi mi, Doğu Timor’u mu sayalım; yoksa Çin’de Uygur Türklerinin bugün hâlâ yaşamakta oldukları etnik ve kültürel kıyımı mı sayalım?..
Hangisi dünya kamuoyunu etkiler?
Meczup bireyleri geçtik de milletler, milletleri yok ediyor; hangi milleti sayalım?
Ve hadi diyelim ki inançlar uzlaşamıyor, topraklar paylaşılamıyor, sınırlar insanca çizilemiyor; Afganistan’da Taliban’ın yaptığı gibi başka kültürlerin ve dinlerin arkeolojik kalıntılarına bile tahammül edilemiyor ya da yeraltı kaynaklarının cazibesi insanı insanlıktan çıkarıyor, yürekleri karartıyor…
Ama ya hayvanlar?..
Bugünü zaten çok iyi biliyoruz, dehşetle izliyoruz; ama ben sizi 1910 yılına götüreceğim.
1910…
Osmanlı’nın son yılları. Çöküş, artık İbn-i Haldun’un tarif ettiği haliyle ‘artık önlemez bir tarih reaksiyonuna’ dönüşmüş.
Değineceğim bu olaydaki muhatabımız veya ortağımız Fransa ve yani tarihe geçen bu acı hadise, Osmanlı-Fransız ortak yapımı…
Tarihe düşülmüş kaydı aynen alıntılıyorum:
“Hayırsız Ada faciası memleketimizin gördüğü en insafsız köpek katliamıdır:
Başlangıcı 3 Haziran 1910 gününe tekabül eder. Avrupa'da parfüm kimya sanayi için katliamlar çoktan başlamış, sokaklarda tek köpek kalmamıştı. Fransızlar bizimkilere bir öneri getirdi: İstanbul’un sokak köpeklerini toplayıp bize satın.
Şehr-i İstanbul’u sözüm ona medenileştirmeye (!) niyetlenen yönetim, Talat Paşa’nın Dahiliye Nazırı (İç İşleri Bakanı), Suphi Bey’in Şehremini (Belediye Başkanı) olduğu o dönemde Fransızların teklifine sıcak baktı. Fransa ile anlaşma imzalandı. Ancak halk köpekleri vermedi, direndi. Her köpek kendi sokağının bir sakini gibiydi. Halktan destek gelmeyince bu işler paraya muhtaç olan insanlara, serserilere havale edildi. Toplama sürerken halk isyan etti, gemiyle Fransa’ya gönderilmek üzere Tophane'de bekletilen binlerce köpeği bir baskın yaparak kurtardı. Ancak hükümet bir kez Fransa ile anlaşma yapmıştı, bu işten vazgeçmedi. Daha kapsamlı daha organize bir toplama işi başlatıldı. Kısa sürede 80 bin köpek toplandı ve Tophane'de bekletildi... Halkın bir kez daha hayvanları kurtarmaması için başlarına asker dikildi. Fakat Fransa’dan bir türlü yükleme talimatı gelmiyordu. Köpeklerin beslenmesi ve bakımı sorun olmaya başlamıştı.
Fransa’dan yanıt gelmeyince hükümet köpeklerin fiyatını indirdi, sonra bedavaya vermeye bile razı oldu ama Fransa'dan çıt çıkmıyordu. Köpekleri artık Tophane’de bekletme olanağı yoktu. Kentten uzak bir yer, Sivri Ada seçildi. 80 bin köpek Sivri Ada’ya nakledildi. Köpeklere burada bir süre daha bakıldı. Ta ki Fransa anlaşmayı fesih ettiğini, köpekleri almayacağını bildirene kadar.
Bundan sonra köpekler Sivri Ada’da tamamen kaderine terk edildi. Halk bir süre yiyecek taşıdı ama sonra bu da imkânsız bir hale gelince... Köpekler açlıktan ve susuzluktan can verdiler. Kuzucukların acı çığlıkları Anadolu Yakası sahillerinde duyuluyor, sabaha kadar dinmiyordu. Ölümler başlayınca, 2-3 yıl boyunca tüm sahil kokudan yaşanmaz hale gelmişti. İstanbul halkı bu suçtan dolayı çok üzgün, çok çaresizdi. Pek çokları sahildeki evlerini kapattı. Köpeklere dokunmanın büyük bir lanete yol açacağı düşünülüyordu. Sonunda o lanet 1912 yılında deprem olarak geldi. Halk, büyük depremi köpeklerin ahına, günahına bağladı. Adanın adı da Hayırsız Ada oldu.”
★★
Tesadüfe bakın ki o büyük depremden henüz bir yıl önce Fransız yazar Robert Gillon, La Vallée Des Hypogées (Hipojilerin Vadisi) adlı 1911 ilk basım tarihli kitabının ‘Anılar’ bölümünde bu dramı şöyle tasvir ediyordu:
‘İstimbotumuz, kıyıya fazla yaklaşmadan Sivriada çevresinde dönüyordu. Yüzlerce, binlerce köpek havlayarak bize bakıyordu. (…) Köpekler koşuyor, atlıyor, havlıyor, kendilerini kurtarmamız için adeta bize yalvarıyorlardı. Bir ara garip bir şey oldu. Köpeklerden biri cesaretle denize atlayarak bize doğru yüzmeye başladı. Biz de bu cesaretini, onu istimbota almakla mükâfatlandırdık. Ona teneke bir kap içinde biraz su verdik.
Haftalardan beri kireçli sudan başkasını içmemiş olan zavallı hayvan, verdiğimiz suyu kana kana içti. Onu gören bir başkası da bulunduğu kayalıktan kendini denize attıysa da bize kadar yüzemedi. Buralarda akıntılar çok kuvvetliydi, sürüklendi gitti. Biz istimbottakiler, donakalmıştık.
Kendimizi lanetlenmiş gibi hissettik.’
★★
Kanınız dondu, değil mi?
İşte tam bu noktada şunu açıkça söyleyeyim;
Birincisi: Ben, bu mevzuda sadece olayı nakleden tarafsız bir gazeteci olamam! Bu tartışmada apaçık bir tarafım! Hayvanseverler tarafındayım. Üstelik öyle politik esneklikle ‘ama’lı fakat’lı kıyıdan azıcık müdahil olma hâli’ değil benimki, apaçık hayvanlar tarafındayım. Planlı kısırlaştırmaya evet ama uyutmaya asla derim! Barınakların -daha doğrusu kontrollü-bakımlı hayvan bölgelerinin- olmasına koşullu evet ama barınakların F tipi hücreli hapishaneler biçiminde kurgulanmasına hayır derim! Bu konuda yumuşak, esnek biri değilim; gurur duyarak söylüyorum ki bu konuda kararlı ve fanatik bir aktivistim.
İkincisi: Bu yazının başlığında sorduğum (Merhametsizliğin bir sınırı var mı?) sorusunun ne yazık ki bir yanıtı yok; çünkü insan, ne kadar acımasızlaşabileceğine dair limitleri, buna dair akıl almaz örnekleri sürekli güncelliyor, her gün daha ileriye gidiyor!
Her gün biraz daha batıyor, başka bir deyişle.
★★
Başlıktaki o yanıtı olmayan soruya dönelim yine, sırf üzerine bir kez daha düşünmek için:
İnsanoğlu en fazla ne kadar acımasızlaşabilir? İnsana yahut diğer canlılara veya taşa, toprağa, suya, ırmağa, denize, sayısız tarih ve doğa mirasına karşı...
Merhametsizliğimizin bir limiti var mı sizce?
Keşke olsaydı, değil mi? Ama yokmuş işte!..